Yalnızlık, Yüzleşme, İnanç, 5 Duyu ve Ötesi Üzerine

YALNIZLIK

İnsanın kendisi ile buluştuğu, yürüyüşler yaptığı platforma yalnızlık denir. İnsan ve kendisi kavramını biraz açmak gerekebilir zira  insanda üç unsur vardır. Yaşayan-yargılayan-gözleyen. Her insanın varlığında bulunan ve yaşayan haliyle farkında olması gereken yapılardır. Yaşayan kısım en öndeki  görünür halimizdir. Kendini aramayan, sorular sormayan insan diğer iki halini -hissetse dahi- bilemez. Yargılayan halimiz aynen bir davadaki gibi hakim, savcı, avukat ve sanık arasındaki ilişkileri canlandırır.

Yaşayan halimizle içses dediğimiz düşünceler bu yargılama sürecinde ortaya çıkanlardır. Yaşanan bir olayda anlık tepkimiz yaşayana, daha sonraki düşünülmüş tepkimiz ise yargılayan tarafımıza aittir. Biz yargılayan tarafımıza bazen vicdan, bazen mantığımın sesi deriz. Gözleyen ise herzaman kayıt tutan fakat dilsiz bir çocuk gibidir, insanın özüdür. Burası bizim ışığımızın yandığı masumiyetimizdir. Yaşayan ve yargılayan zamanın içinde ilerlerken gözleyen için zaman yoktur ve onu hiç aldatamayız. Yaşayan tarafta beş duyu organının süzgeçi hakimdir. Yaşamdaki anlar etki-tepki, e-göre, onay, oyuna kabul edilme, var olma biçiminde değerlendirilir. Yargılayan kısım yaşanan ve yaşanacak anları muhakeme eder ve iç asayişi korumak adına kararlar verir.

Gözleyen kısım beş duyu süzgeçinin göreceli ve yetersiz olduğunu, yargı sonucu alınan kararların her an değişebileceğini, hepsinin bir oyun olduğunu yaşamın manasının başka olduğunu bildiğinden hiç ses etmez, hep kaydeder. Yaşayan insan önce yargılayan insana gider ama çözüm herzaman zamanın ötesindeki gözleyendedir. Gözleyen yanımıza ulaşmak kolay değildir ve eğer bu konuda yani kişisel gelişimimizle uğraşmamışsak ona ancak istem dışı, bilmeden gideriz. Çünkü ve maalesef masum değiliz. Bu yol manevidir ama dinsel değildir. Gözleyenin evine girerken kapıda beynimizi bırakıp içeriye kalbimizle girmemiz gerekir.

Bunun için beyni susturmayı, yargılayan insanı durdurmayı bilmek gerekir. Bununla ilgili doğu ve batı felsefelerinde birçok akım vardır. Oysa yaşayan tarafımızla bunları diyet, yaşlanmama, spor, sosyal olma, arkadaş bulma  biçimlerine soktuk. Yalnızlık konusuna dönersek bu bakış doğrultusunda gözleyenle yaşayan insan arasındaki bağlantının kurulmaması sonucu kişinin düştüğü boşluk, hiçlik hissi diye tanımlayabiliriz. Ancak yaşayan tarafımızla algıladığımız yalnızlık, etrafımızda anları paylaşabileceğimiz kimse olmaması durumudur. Bu gerçeği ifade etmez çünkü hiçbir zaman aynı şeyi paylaşamayız. İkiz kardeş olsak bile. İnsanlar yanyana geldiklerinde yalnız olmadıklarını, bir şeyler paylaştıklarını düşünseler bile bu bir zannetmedir. Yalnız olmamak için yanyana değil iç içe olmak gerekir.

Yalnızlık bir düşünce biçimidir. İnsan, yanında birileri olsa da, olmasa da yalnızlığı hissedebilir. Ancak problem olan yalnızlığın negatif yönüdür. Çünkü yalnızlık geçmişten gelen korkuların besinidir. Herşeye rağmen heran yalnız yaşarız. Düşüncelerimizde yüzdeyüz birlik sağladığımız kimse yoktur. Burada üstünde durulması gereken yalnızlığın pozitif yönüdür. Kendimizle buluştuğumuz platformdur yalnızlık. Kendi ile barışık olmak bu platformda yapılan yürüyüşleri anlatır. 

Geçmişin mirası olan korku, yaşanmış deneyimlerimizden beslenerek bizi yalnızlığımızın keyfini sürmekten alıkoyar.

NLP ve MRP uygulayabilmek için ilk olarak yalnızlık yolunda ilerlemek, yürümek gerekir. Bunun içinse gerekli olan enstruman düşünen, ses çıkaran bir beyindir. Her birimiz düşündüğümüzü iddia etsek de aslında sürü ile birlikte var olmaya çalıştığımızdan çoğunlukla oto pilotta uçarız. Oysa toplumu bireyler değil bireyler toplumu oluşturur ve bu ifadeyi anlayan-yaşayan  birey olur.

YÜZLEŞME

Hayatımızın herhangi bir noktasında bulunurken yaşadıklarımız ve yaşayacağımızı zannettiklerimizden rahatsız olduğumuzda, kişisel sorgulamalar başlar. Eğer yalnızlıkla problem yaşamıyorsak -ilk aşamada onu aşmalıyız-   belli zamanlarda kendi içimize dönerek hafızamızdaki kayıtları seyretmeliyiz. En aşağıda ve neredeyse hepimizin göreceği: çocukken duyduğumuz ‘yapma!’ komutudur. Bu komutu anne-baba olduğumuzda bizde veririz. Enteresan olan şey, bu ifade küçüğün terbiyesinden çok büyüğün huzurunu bozmamak için kullanıldığı ve buna gerçekten inanılmasıdır. Bu bakışa göre uslu olan yani ‘yapmayan’ çocuk büyüdüğünde de o kadar terbiyeli, uslu olurki hiçbir şeyi yapamaz, beceremez.

Tersten bakarsak fikirleri, düşünceleri ifade etmekte, tepkileri vermekte engellenen kişiler omurilik hastalıklarına, arka bölge ağrılarına maruz kalırlar. Daha ötesi bu engellemeye saplandığımızda felç, omurilik iltihabı, beyin zarı iltihabı gibi rahatsızlıklarla karşılaşabiliriz. Karşılaştığımız tüm hastalıklar zihinsel problemlerimizle bağlantılıdır. Dolayısıyla sağlıklı olmak zihnin sağlıklı olması manasına gelir. Eğer karar verme, harekete geçme, ifade problemleri yaşıyorsak zihin bu problemleri ortadan kaldırmak için gerekli düzenlemeyi yapar ve felç olmaya kadar gidebilecek bir süreç başlayabilir. Çünkü hayatta kalmak ve zorlukları yok etmek beyinin geçmişten aldığı mirastır. Bu örnekleme başımıza gelebilecek ağır durumlardan biridir ama bizler genelde küçük ölçekli problemlerle boğuşur, günün içinde kayboluruz.

Bilmek, korku ve kaygıları ortadan kaldırabilir. Neyi niye yapamadığımızı bilmek bir çeşit yüzleşme durumudur. Beyinin işleyiş biçimi, ana komutları açısından objektif olmamız kolay değildir ve geçmişte yaşadıklarımızı hep dış sebeblere bağlarız. Onun, bunun, şunun yüzünden demek en kolay sıyrılmadır. Bu bakış kesinlikle yanlış. Geçmiş kayıtlarla yüzleşirken kişi ve olayların üstünde durmadan sadece düşüncelerle uğraşmalıyız, aksi taktirde kendine ağlayan, acıyan kimlikler oluşur ki insan için bundan daha kötü bir tarz yoktur.

Yüzleşme insanın geçmişte yaşadıkları içinde hapsolması değil, buralardaki düşüncelerden yola çıkmasıdır. Genelde insanlar şuan içinde geçmişlerini yaşarlar. Örneğin ‘böyle gelmiş böyle gider’, ‘sen hep böylesin’ ‘ben eskiden…’ gibi cümleler sık sık başvurduğumuz ifadelerdir.

Yüzleşmek için belli kabullenmeler içinde esneklik göstermeliyiz. Geçmişte yaşadığımız olaylarda yer alan kişiler de birer insandır ve herkes nehirde boğulmamak için birbirine tutunurken bilinçli-bilinçsiz bir çok şey yapar. En başta anne-baba dediğimiz kişilerin davranışlarını, ne dediklerini, ne demek istediklerini, onların da bir yaşamları olduğunu,  onların da insan olduğunu ancak anne-baba olduğumuz da yavaş yavaş anlamaya başlarız, tabi hesaplaşmıyorsak. Arkadaşlarımızın davranışlarını ‘var olma savaşı’ içinde düşünmez isek hep yanılır, kendi üstümüze alınırız.
İçimizdeki güç doğrultusunda davranışlarımızla, kişiliğimizle, sırlarımızla uğraşmalıyız ama bunun için ya bilgi ya da yardım gereklidir. Öncelik sırasına göre; insan, kadın-erkek, ebeveyn, akraba, arkadaş, diğerleri, hayvan, nebat, doğa, toplum, dünya, dünyalar hakkında bildiklerimiz arttıkça yaşamımız zenginleşir ve güçleniriz. Bazı insanlar güçsüzlüklerini para ile kapatmak için bunları satın alırlar. Ancak herzaman kişilik olarak güçsüzlükleri devam eder. Yardım konusu ise tamamen yardım edenle kurulan dürüst, samimi ilişkiden ibarettir ve içinde başka birşey barındırmamalıdır.

Her insan yüzleşmeyi beceremez. Yüzleşme isteği, kişisel gelişim isteği ile gelişir.

5 DUYU ve ÖTESİ

Detaylara indikçe daha da genişleyen, gelişen bilgilerle karşı karşıyayız. Örneğin belli bir süreç sonunda oluşan hastalıkların izini beyinde takip edebiliyoruz. Artık kuantumdan bahsetmeye başladık. Ancak hala büyük bir çoğunluğumuz günü birlik hayata sıkışmış halde hurafeler ve zannedişlerle yaşıyoruz.

İnsanların büyük bir kısmı gözünle gördüğünü, beş duyu organı ile herşeyi algıladığını sanıyor. Diğer bir kısım ötesini bildiği halde öteyi  masal sandığı için hiç hesaba katmıyor. Az sayıda insan öteyi beriyi biliyor ama hayata nasıl geçireceğini bilmiyor.

Bu çoğunluğun içinde beş duyunun sınırlarını bilerek ötesini hesaba katan, yaşayan insan sayısı istisna denecek kadar az. Bu insanların da bilerek yada bilmeyerek uygulayanlar diye ayrıldığını düşünürsek yaşamı sağa sola sürükleyenlerin nelere yol açabileceğini hayal edebiliriz. Sadece beş duyu organı ve bunların elde ettiklerini değerlendiren bir beyinle yaşanan hayat büyük bir yalan olur. İnsan kendi yarattığı teknoloji ile var olanın küçük bir kısmını algılayan  beş duyu organına sahip olduğunu bugün artık bilmektedir.

İNANÇ

İnanç bir çeşit referans noktasıdır. Ana komut varolma, hayatta kalabilmeyken beynin işletim sistemi doğrultusunda şekillenmiş, detaylanmış bir hayat süreriz. Başlangıçta sadece temel ihtiyaç dediğimiz uygulamaları yaparken, bugün artık temel ihtiyaçlar da dahil herşeyi daha detaylandırarak yaşıyoruz. Burada dikkat edilmesi gereken nokta her dönem yaşanılanların, edinilen tecrübelerin doğru ve tek gerçek zannedilmesidir.  Bulunduğumuz noktadan geriye bakarak eski insanların ilkel olduğunu, yaşanılanların yanlış olduğunu söyleyip dururuz. Oysa dayanak noktası yaşanılanlardır. Yeniye karar verirken eskiden yola çıkarız.

İşin aslı her insan, insanların oluşturduğu doğru-yanlış kavramları ile gerçeğin farkını hissettiğinden dolayı sabit bir korku içinde yaşar (fanilik). Ancak korkuyu bertaraf etmek için farklı korkular yaratıp  bunlara karşı motivasyonlar geliştirir.

İnanç (din dışında) bu tarz bir yürüyüşün sonucudur. İnsan yaşama tam manasıyla uyumlanmamış olmasından dolayı eksikliklerini güce ulaşarak kapatmak ister. İnsanlık tarihinde de gücün karşılığı sürekli değişmektedir. Kimi zaman kaba kuvvet, kimi zaman din ve son zamanlarda olduğu gibi para yada hepsi birden olabilir.

Güce sahip olmanın maliyeti onu korumak olduğundan yeni korkular başlar ve bu da yeni motivasyonlar gerektirir. İnançlar değişir, gelişir.İnsan yaşama uyum açısından kesinlikle birşeye inanmalıdır. İnanacağı şeyin niteliği kişiyi ilgilendirir ve üstelik paylaşılmamalıdır. Bir çok insan bunu hissederek bir alttaki uğur mekanizması ile yaşar. Uğur yada şans objesi gerçek bir inancı yansıtmadığından dolayı sadece oyalanma aracı olabilir.

İnanç ile dini biraz ayırmak gerekir. Din insanın hayrına yönelik, insanı geliştirmeyi, bireyleştirmeyi hedefleyen bir yoldur. Ancak bugün dinin toplumsal olduğunun vurgulanması iyi para getiren bir sektör olmasından dolayıdır. Dinin içinde inanç olmalıdır ama inancın içinde din olması gerekmez. Tüm dinlerin teorisi ile pratiği arasında farklar vardır. Dinler yaşama geçtikleri andan itibaren zaman, insan ve mekan bağlı olarak sürekli değişmeye zorlanmışlardır. Dinlerde yaratanı insanileştirme çabası gözlenir. Örneğin kendinizi yaratıcının çocuklarından biri olarak görürseniz yaratan otomatikman yargıçlaşır. Böylece sürekli kişisel adalet arama ve dolayısıyla rüşvetleşen bir ibadet sözkonusu olur. Bu kavramlar tamamen insana aittir. İnsanlar yaratıcıya merhamet, adalet, sevgi gibi insani özellikler verir, sonrada ibadet ederken dua ederek bunları geri isterler. Oysa bu kavramlar herbir insanın kendi kapasitesi doğrultusunda tanımladığı olgulardır.

Bütünsel düşünemeyen insanın hak, hukuk anlayışı sadece hep bana şeklinde gelişirken birde dua ettiği halde karşılığını bulamazsa isyan etmeye başlar. Tüm dinler bütünsel bakamayan insanlara yol,yordam gösterirken birey (ahlaklı, dürüst, iyi insan) olmayı öğretir. Ancak dinlerin  pratik hayattaki uygulamalarında herşey değişir ve toplumun öne çıkması ile birlikte toplumu yönetenlerde bundan nasiplerini alırlar. Yetişmiş bireylerin oluşturduğu toplum yerine toplumun içinde saklanan bireyler oluşur ki bu bireyler kişi değil toplumdurlar. Daha açık anlatımla birey özne olmalıdır ama toplumun içinde birey nesnedir. Bugün toplumu yönetenler özneleşirken, nesneye dönüştüğünü anlamayan toplumsal insan sürekli şikayet içindedir. Ancak şunu da belirtelim ki özne olmak zor, nesne olmak ise çok kolaydır.

Her insan kendini özne ve özel hissederken şeçtiği insanlar hariç diğer gördüğü insanları nesne olarak düşünür ki bu da kibir ve tanrılaşma çabasıdır. İnsan hayatı yaşamakla yükümlü kişidir.
İnanç, kişinin kendi düşünce sınırlarında içselleştireceği dayananak noktasıdır. Bu nokta kişi tarafından geliştirilse de aslında bahsedilen inanç mekanizmasına sahip olmak, inanmayı bilmektir.