Yeni kitabı ‘Muz Sesleri’ ile büyük ilgi uyandıran gazeteci-yazar Ece Temelkuran KAGıDER Kahvaltı Toplantıları’nın konuğu oldu ve kadınlarla keyifli bir söyleşi gerçekleştirdi. Savaş karşıtı tavrı ve sosyal meselelere karşı duyarlı, sözünü sakınmayan yazılarıyla dikkat çeken Temelkuran, psikolojik ve sosyolojik analizlerle dolu yeni kitabını yazdığı süre zarfında dokuz ay kaldığı Beyrut’a duyduğu sevgiden, Türkiye’de ve Ortadoğu’da kadın olmaya kadar bir çok konuya değindi.
‘Muz Sesleri’ yazarın dokuzuncu kitabı ancak ilk aşk romanı. Aşkın bir iç savaş olduğuna inandığı için kitabı Beyrut’ta yazmış. Öyle çok sevmiş ki Beyrut’u, “kendimi oraya ait hissediyorum” diyor. ınsanın doğduğu yerde, yaşadığı yerde ‘birisi’ olduğunu ve olmak için çok uğraştığımız o ‘birisi’nin bizim geleceğimizi ele geçirdiğini ve artık o birisi gibi davranmak zorunda kaldığımızı anlatıyor. “Oysa ‘hiç kimse’ olmakta, o birini terk etmekte, başka biri olmaya başlamakta şahane imkanlar var” diyor, “hayal ettiğiniz biri gibi olma şansınız var ya da olmaktan korktuğunuz biri olma şansınız var”. ışte böyle anlatıyor Temelkuran Beyrut’a gitme hikayesini, orada ‘hiç kimse’ olmanın al benisini. “Beni başka birisi yaptı Beyrut, onu seviyorum. Bana hiç kimse olma şansını verdi, o da bana olmak istediğim bir insan gibi olma imkanını tanımış oldu.” diyor.
Kendini herkesle eşit hisseden ve eşitsizliklere akıl erdiremeyen bir kadın Ece Temelkuran. Dolayısıyla kadın olmanın beraberinde getirdiği eşitsizliklere karşı duruşu da çok net. Kadınların içinde taşıdığı korku yüzünden farklılıkları yok etmeye programlandığını şu sözlerle ifade ediyor: “Galiba kadın olarak bize verilen psikolojik eğitim gereği farklı olduğumuzda çok korkuyoruz ve galiba hata bizde diye düşünüyoruz. Bu korku da farklılıklarımızı yok etmemize yol açıyor. Ben anormal miyim korkusu hepimizi tek-tipleştiriyor. Sadece Türkiye için değil, bütün Ortadoğu için de aynı şey geçerli. Giderek hepimiz aynı makyajı yapmaya, giderek hepimiz aynı giyinmeye, giderek hepimiz erkekleri aynı biçimde sevmeye, başka türlü seversek bunun çok korkunç sonuçları olabileceğine ve çocuklarımızı aynı şekilde yetiştirmeye, aynı şekilde kadınlar olmaya gayret ediyoruz. Kendimizde gördüğümüz farklılıkları ortadan kaldırmaya yarayan ya da etrafımızda gördüğümüz farklılıkları sapkınlık addedip ortadan kaldırmaya yönelten bir korku bu.”
Doğu’daki ve Güneydoğu’daki kızlara eğitim ve burs veren Kardelenler Projesi’nde görev alan Ece Hanım’ın aklına, bu kızlara ‘kendine güven, öz saygı, kendinden vazgeçmeme’ dersleri verilmesi fikri gelmiş. Bu fikrin kafasında nasıl oluştuğunu şu sözlerle anlatıyor: “Bu kızlar birçoğumuz gibi -belki birçoğumuzdan daha fazla- birçok şeye göğüs gerecekler. O okulları okuyacaklar; onlara sarkıntılık edenlere, onları ayıplayanlara, onları evlatlıktan reddeden ailelerine meydan okuyacaklar; parasızlıkla yoksullukla tek başlarına mücadele edecekler. Okulları bittiğinde ne kadar önemli birşey yaptıklarının farkında olmayacak ve biriyle evlenip belki de dayak yiyecekler ve bunu hakettiklerini bile düşünebilecekler ya da başka türlü bir hayatı hak etmediklerini. Bu özgüveni, ‘hayır ben cezayı haketmiyorum, ben acı çekmeyi haketmiyorum, ben kıymetli bir insanım’ duygusunu yaşamakta çok zorlanıyoruz. Çünkü genetik olarak modifiye olmuş durumdayız, bu dünyanın ve insanlık tarihinin levazım subaylarıyız biz. Bu uygarlık sürsün diye ona yemek taşıyanız vs. O genetik modifikasyondan kurtulmak için bu yüksek özgüveni, yaptığının farkında olma ve kendinin kıymetini bilme halini yaşamakta, bunun farkına varmakta çok zorlanıyoruz. Eğer çok fazla yukarıda bir özgüvenimiz olursa bizi kimse sevmez diye korkuyoruz. Kadın olmanın bir parçası halinde bu neredeyse. Öfkemizden ve özgüvenimizden korktuğumuz müddetçe azalıyoruz. Öfkemizi ve korkumuzu sahiplenip onu içimizin barışçıl bir parçası haline getirdiğimiz zaman, daha güçlü kadınlar, daha az yalnız kadınlar ya da yalnızlıktan daha az korkan kadınlar haline geliyoruz.”
Temelkuran’ın Beyrut’ta en çok sevdiği şey, insanların birbirini değiştirmeye çalışmaması olmuş. “Biz Türkiye’de başka bir siyasi kültürle başka bir yaşama bilgisiyle yaşıyoruz.” diyor, “birinin gelip bizi değiştirebileceğinden korkuyoruz ve karşımızdakini de değiştirmek istiyoruz. Herkes birbirini kendine benzetmek istiyor. Beyrut’ta kimse kimseyi değiştirmeye çalışmıyor.”
ınanılmaz betimlemeler ve metaforlarla bezenmiş romanda, hem insanın kendi içindeki farklılıkların, hem de kalabalıklar içindeki farklılıkların ne tür bir zenginlik olduğunu duyurmak istiyor Temelkuran. Ötekiyle ilişkinin hep aynı şeyler üzerinden kurgulandığını ifade ediyor: onun Arap olması, homoseksüel olması, farklı bir kadın olması, öfkeli bir kadın olması, hep kaçılacak ve uzak durulması gereken şeyler… Dolayısıyla bilmenin tek bir imkanı olduğunu söylüyor; o da yakınlaşmak, o uzaklaşma ilişkisini reddedip yakınlaşmak.
Bu arada ırkçılığa da değiniyor tabii. Türkiye’de Araplara ve Arapça’ya karşı aşırı bir ırkçılık olduğundan dem vuruyor yazar ve günümüze de ayna tutan şu sözler dökülüyor ağzından: “Irkçılıktan daha kötü birşey var dünyada: ırkçı olduğunu bilmemek, farkında olmamak. Herkesin kendi ırkçılığıyla ya da farklılıklara tahammülsüzlüğüyle yüzleşmesi gerekiyor.” Oryantalizmin Ortadoğu’ya yönelik bakışa indirdiği sisli perdeyi aralayan farklı bir bakış açısı bulabiliyoruz kitapta. Hatta bence, kitabın içindeki Oxford’da geçen hikayeler biraz biraz oksidentalizm kokuyor. Bu durum, Batı hayranlığı ve büyük bir modernizm dalgası içinde yaşamlarımızı şekillendirdiğimiz 21.yy’da Ortadoğu’ya farklı bir perspektiften bakmamızı sağlıyor. Aşkla siyaseti aynı potada eriten kitabın farklılığı da buradan ileri geliyor diye düşünüyorum.
Ece Temelkuran’ın romanında neyi bulabileceğinizi sorarsanız eğer, yazarın şu söylediklerine kulak kabartmanızı öneririm: “Herkesin hiç kimse olduğu bir an var ve o hiç kimselikte -bir de o hiç kimsesizlikte üstüne üstlük- bir imkan var: yalnızlıktaki o korkunç güzel imkan. Hepimizin bizi başka insanlara dönüştürecek bir hikayeye ihtiyacımız olduğunu düşünüyorum. Hiç kimse keder yaşamak istemiyor, hiç kimse dışarıda kalmak istemiyor,hiçkimse yalnız kalmak istemiyor belki ama hepimiz belki de acıyla ve kederle bizi başka insanlara dönüştürecek bir hikayenin peşindeyiz aslında, farkında olmadan… Hepimizin hayatında eğer korkularımızı sahiplenirsek, öfkemizi ve özgüvenimizi sahiplenirsek ve hiç kimse olmaya kendimize izin verirsek bir gün bir yerde, bir ülkede ya da bir hikayenin içinde, hepimizi bir Casablanca’nın beklediğini düşünüyorum.”